İnsan bilincinin kurgusu ve el ürünü (artefact) olarak duvar, köy, kasaba ve şehir denilen mekânların kurucu bir unsurudur. Köy, kasaba ve şehir –yapısal olarak– kayda değer oranda “daha az duvar” ve “daha çok duvar” miktarı ile birbirinden farklılaşır. Zira günümüz şehirlerinde oda, ev, bina, sokak, cadde, park gibi kelimeler neredeyse bütünüyle “duvarlar-arası mekânlar veya boşluklar” şeklinde anlam kazanmaktadır. Buna bağlı olarak şehir hayatı “duvarlar-arası hayat”a dönüşmektedir. Bir başka deyişle, şehirlerde insan hayatı doğum odalarının duvarları arasında beliren sonra bina, sokak, cadde gibi mekânların duvarları arasında akan ve nihayetinde mezarların karanlık duvarları arasında kaybolan bir süreç hâline gelmektedir. Bu süreç içinde insanın benliği ve dış dünya arasında kurulan ilişki genelde duvarlara referansla şekillendiği için, duvarlar “ben” ve “dünya’nın birbirine örülme tarzının bir tezahürü (örgü) olarak özel bir boyut kazanmaktadır. Bu özel boyuta rağmen, günlük hayatımızda duvarların neden bilincimizin farkındalık alanına yeterince girmediği merak uyandırıcı bir sorudur. Acaba bu sorunun kaynağı, insan bilincinin bir kurgusu ve el ürünü olan duvarların semiyotik sıradanlığı (kendi ötesine işaret edişi) ile ilişkili olabilir mi? Yoksa o, duvarların gördükleri işlev açısından kolayca teşhis edilmeleri bağlamında zaten gelenek içinde yorumlanmış olmalarıyla mı alakalıdır?